Search Results
Boş arama ile 1342 sonuç bulundu
- İnsanlık Ve Dünya Nükleer Bir Patlamadan Nasıl Etkilenir?
Nükleer silahlar fisyon olayından istifade edilerek üretilmektedir. İçerisinde uranyum, plütonyum gibi ağır metallerin yer aldığı atomların nötron bombardımanı sayesinde eşit olmayan iki parçaya ayrıldığı nükleer silahların gücü enerji birimi kiloton (KT), 1.000 ton T.N.T (Dinamit) nin yıkma gücüne eşit bir basıncın ifadesidir. Hidrojen silahları (Termonükleer silahlar), füzyon olayından faydalanılarak yapılmıştır. Bu olay bazı ağır hidrojen (döteryum, trityum gibi) atomlarının çok şiddetli ısı karşısında birleşmeleridir. Bu ısıyı ancak bir atom infilakı verebilmektedir. Bu esasa göre yapılan silahlar için kudret birimi megaton (MT) dur. Megaton 1.000.000 ton T.N.T.nin yıkma gücüne denk bir basınçtır. Gerek atom, gerekse hidrojen silahları infilak ettirildikten sonra yaptıkları etkinin özelliklerinden hiçbir fark göstermediklerinden hepsine birden nükleer silah denilmesine bir sakınca görülmemektedir. Nükleer silahların etki alanı çok fazla olduğu için atıldıkları bölgedeki insanlara fiziksel hasar verirken ölümlerine de neden olmaktadır. Atıldıkları bölgede uzun bir süre etkisi süren nükleer silahların etkileri aylar, hatta yıllar sürebilir. Uzman isimlerin bu konuda yaptığı çalışmalar sonrası nükleer bombanın etkisi ölçülebilir. Bunun örneği Japonya'nın Hiroşima ve Nagazaki şehrine atılan atom bombaları olabilir. Binlerce kişinin ölümüne neden olan atom bombası insanları feci şekilde öldürmüş, uzun yıllar boyunca birçok kalıtsal hastalığın nesilden nesle aktarılmasına neden olmuştur. Ayrıca uzmanlar bu olaylardan sağ kurtulanları yaşatmak yerine bir denek olarak görüp üzerlerinde araştırma yapmışlardır. Örnek olarak, ortalama güce sahip bir nükleer patlama bir şehirde 100,000 kişinin ölümüne yol açıp 100 kilometre kare alanın kirlenmesine sebep oluyor ise 100 nükleer patlamanın 100 şehirde on milyon insanın ölümüne sebep olup 10,000 kilometre kare alanın da kirlenmesine sebep olacağı varsayılır. İkinci tasvir daha varsayımsaldır. Bu tasvir, bir nükleer savaşın ekonomik, çevresel ve bağımlı sonuçları ile ilgilidir. Japonya'nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerinde iki nükleer bombanın patlamasından bu yana yaklaşık 80 yıl geçti, en az 129.000 kişi öldü ve yıkıcı, uzun vadeli sağlık etkileri oluştu. Bugüne kadar, bunlar savaş için kullanılan tek nükleer silah örnekleridir. Peki yarın nükleer savaş patlak verseydi ne olurdu? Tek bir nükleer bombanın etkisini tahmin etmenin kesin bir yolu yoktur, çünkü düştüğü günkü hava durumu, patladığı günün saati, çarptığı yerin coğrafi düzeni ve yerde mi yoksa havada mı patladığı gibi birçok faktöre bağlıdır. Ancak, genel olarak konuşursak, hayatta kalma olasılığınızı etkileyebilecek bir nükleer bomba patlamasının öngörülebilir bazı aşamaları vardır. Bir nükleer patlamanın enerjisinin yaklaşık yüzde 35'i termal radyasyon şeklinde salınır. Termal radyasyon yaklaşık olarak ışık hızında ilerlediğinden, sizi vuracak ilk şey kör edici bir ışık ve ısı flaşıdır. Işığın kendisi flaş körlüğü denilen bir şeye neden olmak için yeterlidir. Genellikle birkaç dakika sürebilen geçici bir görme kaybı yaşanır. Hiroşima üzerinden patlatılan bombadan 80 kat daha büyük, ancak birçok modern nükleer silahtan çok daha küçük olan 1 megatonluk bir bombayı ele alacak olursak, bu büyüklükteki bir bomba için, 21 km'ye (13 mil) kadar olan insanlar açık bir günde flaş körlüğü yaşayacak ve 85 km'ye (52.8 mil) kadar olan insanlar açık bir gecede geçici olarak kör olacaktı. Isı, patlamaya daha yakın olanlar için bir sorundur. Hafif, birinci derece yanıklar 11 km'ye (6,8 mil) kadar çıkabilir ve üçüncü derece yanıklar, cilt dokusunu tahrip eden ve kabarcıklaştıran türdür. 8 km'ye (5 mil) kadar olan herkesi etkileyebilir. Vücudun yüzde 24'ünden fazlasını kapsayan üçüncü derece yanıklarda, insanlar derhal tıbbi bakım almazlarsa ölümcül olabilir. Bu mesafeler sadece hava durumuna değil, aynı zamanda ne giydiğinize de bağlı olarak değişkendir. Beyaz kıyafetler bir patlamanın enerjisinin bir kısmını yansıtabilirken, daha koyu kıyafetler onu emer. Yine de, patlamanın merkezinde olacak kadar talihsiz olanlar için bu pek bir fark yaratmayacak. Hiroşima patlaması sırasında bomba patlamasının bulunduğu yerin yakınındaki sıcaklıkların 300.000 santigrat derece (540.000 derece Fahrenheit) olduğu tahmin ediliyordu ki bu, vücutların yakıldığı sıcaklıktan yaklaşık 300 kat daha sıcaktı. Ancak patlamanın merkezinden biraz daha uzakta olanlar için, ısı dışında dikkate alınması gereken başka etkiler de vardır. Nükleer bir patlamanın patlaması aynı zamanda havayı patlama yerinden uzaklaştırarak nesneleri ezebilecek ve binaları yıkabilecek hava basıncında ani değişiklikler yaratır. 1 Megatonluk bir bombanın 6 km (3.7 mil) yarıçapında, patlama dalgaları iki katlı binaların duvarlarında 180 metrik ton kuvvet ve 255 km/s (158 mil / saat) rüzgar hızı üretecektir. 1 km'lik (0,6 mil) bir yarıçapta, tepe basıncı bu miktarın dört katıdır ve rüzgar hızları 756 km/s'ye (470 mil / saat) ulaşabilir. Bu yüzden çoğu insan düşen binalar tarafından öldürülebilir. Bütün bunlardan bir şekilde kurtulursan, hala başa çıkman gereken radyasyon zehirlenmesi ve nükleer serpinti var. Ancak gezegendeki devam eden etkiler beklediğinizden daha uzun sürüyor. Örneğin, 2019'da yayınlanan bir simülasyon çalışması, ABD ile Rusya arasındaki nükleer bir savaşın, atmosfere salınan duman ve kurum seviyeleri nedeniyle Dünya'yı birkaç gün içinde nükleer bir kışa sürükleyeceğini buldu. Radyoaktif parçacıkların oldukça uzağa gidebileceğini de biliyoruz. Yakın tarihli bir araştırma, Soğuk Savaş nükleer bomba testlerinden elde edilen radyoaktif karbon kalıntılarının, dünya okyanuslarının en derin noktası olan Mariana Çukuru'nda bulunduğunu ortaya koydu. https://www.sciencealert.com/video-explains-how-far-away-would-you-need-to-be-to-survive-a-nuclear-blast
- Çin’de, Crispr Teknolojisiyle Doğan Bebeklerin “Hatalı” Olabileceği İddiasıyla Özel Bakım Tesisi Kur
Araştırmacılar, CRISPR teknolojisi kullanılarak genetiğiyle oynanmış olarak doğan bebeklerin korunması, incelenmesi ve bakımlarının yapılması için bir tesis kurulması gerektiğini düşünüyor. Bundan üç yıl öncesinde Çin’de bilim insanları henüz doğmamış bebeklerin genetiği üzerinde birtakım oynamalar yapmış bu olay bilim dünyasında büyük yankı uyandırmıştı. Bebeklerin genetiğiyle oynayan Çinli bilim insanı He Jinzhou gen düzenleme teknolojisini usulsüz kullandığı gerekçesiyle 3 yıl hapis cezasına çarptırılırken, söz konusu bebeklere dair yapılan araştırmalarda bebeklerin erken yaşta ölebileceği ifade edilmişti. Çin Sosyal Bilimler Akademisi'nde felsefe profesörü Qiu Renzong ve Huazhong Bilim ve Teknoloji Üniversitesi'nde biyoetikçi Lei Ruipeng, genleriyle oynanmış “CRISPR bebeklerinin" nasıl bakılacağını inceleyen bir araştırma düzenlediler. Gen düzenleme işlemi sırasında hataların meydana gelmiş olabileceğinin iddia edildiği çalışmanın yazarları, çocukların genomlarının olası anormalliklere karşı düzenli olarak sıralanması ve analiz edilmesi gerektiğine inanıyor. Bununla birlikte çocukların gen düzenleme sürecindeki herhangi bir hatadan etkilenmemiş olabileceği belirten yazarlar, çocukların güvenliklerini sağlamak için düzenli genom izlemenin en iyi seçenek olabileceğini savunuyor. Nature dergisine konuşan ve temennilerinin çocukların genleri üzerinde oynanmış olmalarından etkilenmemiş olmaları olduğunu ifade eden Qiu, yine de bundan emin olmalarının bir yolu olmadığını ifade ediyor. Bu öneri oldukça büyük bir destek almış olsa da, bazı kişiler çocukların özelinin gereğinden fazla ihlal edilebileceğini düşünüyor. Konuya dair konuşan Alfred Deakin Enstitüsü'nden tıbbi antropolog Eben Kriksey, "Özel korumalar daha yoğun gözetime de dönüşebilir" şeklinde kaydediyor. CRISPR-Cas9 genetikçilerin ve tıp araştırmacılarının, genomun çeşitli kısımlarına ekleme, çıkarma ya da DNA dizilimininde değişim yapmalarına olanak tanıyan özgün bir teknolojidir. Daha önceki tekniklerden daha hızlı, daha ucuz ve daha yüksek doğruluklu olup, geniş bir potansiyel uygulama yelpazesi vardır. Şu anda varolan en basit, çok yönlü ve duyarlı genetik manipülasyon yöntemi olduğundan, bilim dünyasında büyük ilgi görmektedir. Nasıl işliyor? CRISPR-Cas9 sistemi, DNA’da değişiklik (mutasyon) yaratan iki önemli molekülden oluşur: Cas9 adlı bir enzim: Genomun belirli yerlerinden iki DNA iplikçiğini kesebilen “moleküler bir makas” görevi görür. Böylece DNA parçaları eklenebilir veya çıkarılabilir. Rehber RNA (İng. guide RNA – gRNA) denilen bir RNA parçası: Daha uzun bir RNA iskeletin içindeki, önceden tasarlanmış küçük yaklaşık 20 bazlık bir RNA diziliminden oluşur. Uzun RNA iskeleti DNA’ya bağlanır ve önceden tasarlanmış dizilim Cas9’un genomun doğru noktasına gitmesine rehberlik eder. Böylece Cas9 enzimi doğru yerleri keser. Rehber RNA, DNA’daki belirli bir dizilimi bulup bağlanmak için tasarlanır. Rehber RNA, genomdaki hedef DNA diziliminin bütünleyici RNA bazlarına sahiptir. Bunun anlamı, en azından kuramsal olarak, rehber RNA’nın genomda sadece hedef dizilime bağlanacağı demektir. Cas9 rehber RNA’yı izleyerek, DNA’da ilgili yere gider ve DNA’nın iki iplikçiğinde de kesik oluşturur. Bu aşamada hücre DNA’nın hasar gördüğünü fark eder ve onarmaya çalışır. Bilim insanları, DNA onarım mekanizmasını kullanarak, ilgilendikleri hücrenin bir ya da birden fazla geninde değişiklik yapabilirler. Nasıl geliştirildi? Bazı bakterilerin bünyelerinde CRISPR-Cas9 sistemine benzer bir gen düzenleme sistemi bulunur. Bakteriler bu sistemi işgalci patojenlere, örneğin virüslere karşı yanıt olarak kullanır; yani bir bağışıklık sistemi gibi. CRISPR kullanarak, bakteriler virüs DNA’sından parçalar çıkarırlar ve bir daha saldıracak olursa virüsü tanımalarına ve savunmaya geçmelerine yardımcı olması için birazını saklarlar. CRISPR hiç şüphesiz yaşam bilimlerindeki çalışmalara büyük bir ivme kazandıracaktır. Bu teknoloji ile çok kısa sürede sonuçlar alınmasının yanında maliyeti bakımından diğer teknolojilere göre çok daha uygun. Araştırmacılar, bu tekniğin hastalıklara etkili çözümler bulmak, dayanıklı bitkiler yetiştirmek ve hastalık nedeni olabilecek patojenler ile savaşmada önemli bir gelişme olduğu fikrindeler. Kaynak : https://futurism.com/neoscope/facility-gene-hacked
- Uzayda Dalgalanan Devasa Şok Dalgası Tüm Galaksimizden Daha Büyük
Bir milyar yıl önce, iki gökada kümesinin korkunç çarpışması, kesinlikle epik oranlarda bir çift şok dalgası üretti. Bugün yapılar radyo dalga boylarında parlıyor, o kadar büyük ki, galaksiler arası uzayda 6,5 milyon ışıkyılı kadar uzanan Samanyolu galaksisinin tahmini 100.000 ışıkyılı çapını kolayca yutabiliyorlardı. Şimdi, Güney Afrika'daki MeerKAT radyo teleskobunu kullanan bir gökbilimci ekibi, bu radyo yapılarının şimdiye kadarki en ayrıntılı incelemesini yaparak, Evrendeki en büyük olaylardan bazılarına yeni bir bakış açısı kazandırdı. Almanya'daki Hamburg Üniversitesi'nden ve İtalya'daki Ulusal Astrofizik Enstitüsü'nden gökbilimci Francesco de Gasperin, "Bu yapılar sürprizlerle dolu ve başlangıçta düşündüğümüzden çok daha karmaşık" diyor. "Şok dalgaları, elektronları ışık hızına yakın hızlara ulaştıran dev parçacık hızlandırıcıları gibi davranır. Bu hızlı elektronlar bir manyetik alanı geçtiğinde, gördüğümüz radyo dalgalarını yayarlar. Şoklar, dev manyetik alan çizgilerinin yerini ve elektronların hızlandırıldığı bölgeleri izleyen karmaşık bir parlak filament modeli tarafından işleniyor." Ana şokun manyetik alanları. (Francesco de Gasperin/SARAO) Bu olaylar, yüksek hızlarda meydana gelir ve uzayda yayılan küme ölçekli şok dalgaları üretir. Abell 3667 olarak adlandırılan bu özel küme hala bir araya geliyor. En az 550 gökada onunla ilişkilendirilmiştir ve şok dalgaları saniyede yaklaşık 1.500 kilometre (saniyede 930 mil) hızlarda yayılmaktadır. Küme birleşmeleriyle ilişkili şoklar radyo kalıntıları olarak bilinir ve küme içindeki galaksiler arası uzayın özelliklerini ve küme içi dinamikleri araştırmak için kullanılabilirler. Yaklaşık 700 milyon ışıkyılı uzaklıkta bulunan Abell 3667, bize nispeten yakın ve aynı zamanda oldukça büyük, yani bu tür sondalar için mükemmel bir hedef. Abell 3667'nin her iki radyo kalıntısı. (Francesco de Gasperin/SARAO) Araştırmacılar, çalışmalarında şöyle yazıyor: "Gözlemlerimiz, birleşen kümenin en aktif bölgelerindeki termal ve termal olmayan bileşenler arasındaki etkileşimin karmaşıklığını ortaya çıkardı.” "Hem radyo kalıntılarının karmaşık iç yapısı hem de birleşen merminin etrafındaki manyetik örtünün doğrudan tespiti, küme içi ortamın önemsiz olmayan manyetik özelliklerinin güçlü örnekleridir. Polarize radyasyona duyarlılığı sayesinde MeerKAT, çalışmada dönüştürücü olacaktır." Kaynak: https://www.sciencealert.com/colossal-intergalactic-shockwave-dwarfs-the-milky-way
- Beyinde 'Matematik Nöronları' Tespit Edildi
Beyin, özellikle, belirli matematiksel işlemler sırasında ateşlenen nöronlara sahiptir. Bulgular, tespit edilen nöronların bir kısmının yalnızca toplamalar sırasında aktif olduğunu, diğerlerinin ise çıkarmalar sırasında aktif olduğunu göstermektedir. Hesaplama talimatı bir kelime veya bir sembol olarak yazıldığından aynı şekilde yanıt verirler. Bu, Tübingen ve Bonn Üniversiteleri tarafından yürütülen yakın tarihli bir çalışma ile gösterilmiştir. Çoğu ilkokul çocuğu, muhtemelen üç elma artı iki elmanın beş elma ettiğini biliyor. Bununla birlikte, bu tür hesaplamalar sırasında beyinde ne olduğu hala büyük ölçüde bilinmemektedir. Bonn ve Tübingen Üniversiteleri tarafından yapılan mevcut çalışma şimdi bu konuya ışık tutuyor. Araştırmacılar, Bonn Üniversite Hastanesi Epileptoloji Bölümü'nün bir özelliğinden yararlandılar; bu hastane epilepsili kişilerin beyinlerindeki cerrahi prosedürlerde uzmanlaşmıştır. Bazı hastalarda nöbetler her zaman beynin aynı bölgesinden kaynaklanır. Bu kusurlu bölgeyi tam olarak tespit etmek için doktorlar hastalara birkaç elektrot yerleştirir. Problar, spazmın kaynağını kesin olarak belirlemek için kullanılabilir. Ek olarak, bireysel nöronların aktivitesi kablolama yoluyla ölçülebilir. Bazı nöronlar sadece özetlerken ateşlenir Mevcut çalışmaya beş kadın ve dört erkek katıldı. Sinir hücrelerinin aktivitesini kaydetmek için beynin sözde temporal lobuna elektrotlar implante ettiler. Bu arada, katılımcılar basit aritmetik görevleri yapmak zorunda kaldılar. Bonn Üniversite Hastanesi Epileptoloji Departmanından Prof. Florian Mormann, "Farklı nöronların, toplamalar sırasında çıkarmalar sırasında olduğundan daha fazla ateşlendiğini bulduk" diye açıklıyor. Bazı nöronların yalnızca "+" işaretine, diğerlerinin ise yalnızca "-" işaretine tepki vermesi söz konusu değildi: "Matematiksel sembolleri kelimelerle değiştirdiğimizde bile, etki aynı kaldı" diye açıklıyor Esther Kutter. "Örneğin, deneklerden '5 ve 3'ü hesaplamaları istendiğinde, toplama nöronları tekrar harekete geçti; oysa '7 eksi 4' için çıkarma nöronları yaptı." Bu, keşfedilen hücrelerin aslında eylem için matematiksel bir talimat kodladığını gösterir. Böylece beyin aktivitesi, deneklerin şu anda ne tür görevleri hesapladıklarını büyük bir doğrulukla gösterdi. Araştırmacılar, hücrelerin aktivite modellerini kendi kendine öğrenen bir bilgisayar programıyla beslediler. Aynı zamanda, yazılıma deneklerin şu anda bir toplam mı yoksa bir fark mı hesapladığını söylediler. Algoritma bu eğitim aşamasından sonra yeni aktivite verileriyle karşılaştığında, hangi hesaplama işlemi sırasında kaydedildiğini doğru bir şekilde belirleyebildi. Tübingen Üniversitesi'nden Prof. Andreas Nieder, çalışmayı Prof. Mormann ile birlikte yönetti. "Maymunlarla yapılan deneylerden, beyinlerinde belirli hesaplama kurallarına özgü nöronların da bulunduğunu biliyoruz. Ancak insanlarda, bu konuda neredeyse hiç veri yok." diyor. Analizleri sırasında iki çalışma grubu ilginç bir fenomenle karşılaştı: İncelenen beyin bölgelerinden biri parahipokampal korteksti. Orada da araştırmacılar, toplama veya çıkarma sırasında özellikle ateşlenen sinir hücreleri buldular. Bununla birlikte, farklı toplama nöronları bir ve aynı aritmetik görev sırasında dönüşümlü olarak aktif hale geldi. Mecazi anlamda, sanki hesap makinesindeki artı tuşu sürekli yerini değiştiriyormuş gibi. Çıkarma ise aynıydı. Mormann, "Bu çalışma, en önemli sembolik yeteneklerimizden birinin, yani sayılarla hesaplamanın daha iyi anlaşılmasına yönelik önemli bir adımı işaret ediyor" diye vurguluyor. Bonn ve Tübingen'den iki ekip şimdi, bulunan sinir hücrelerinin bunda tam olarak nasıl bir rol oynadığını araştırmak istiyor. Kaynak: https://www.sciencedaily.com/
- Aerosoller Nedir?
Havadaki bu küçük parçacıklar atmosfer boyunca hareket eder. “Aerosol” deyince, birçok insan, saç spreyi veya temizleyici kutularını düşünecektir. Bu kelime aslında çok daha genel bir şeye atıfta bulunuyor. Bir gazda asılı kalan herhangi bir küçük katı veya sıvı parçacık bir aerosoldür (AIR-oh-sahl). Sprey boya, küçük, asılı pigment parçacıkları içeren bir gaz salan aerosol kutularında bulunur. Atmosferimizi oluşturan gazlarda çok sayıda küçük parçacık da asılıdır. Bilim adamları aerosollerden bahsettiğinde, genellikle havamızdakilerden bahsediyorlar. En yaygın aerosollerden bazıları doğal olarak oluşur. Orman yangınları ağaçları kuruma çevirir. Bitki poleni ve mantar sporları, uzun mesafeler kat edebilen aerosollerdir. Okyanusta çarpışan dalgalar havadaki tuzları oluşturur. Kuru bölgelerde rüzgarlar toz üfler. Volkanik patlamalar kül oluşturur. Grip veya COVID-19 bulaşmış birinin hapşırması, havada saatlerce asılı kalabilen virüs yüklü aerosolleri serbest bırakabilir. İnsan faaliyetleri de aerosoller üretir. Bunlara bazen antropojenik (AN-throh-poh-JEN-ik) aerosoller denir. Bir örnek, kömür ve petrol gibi fosil yakıtların yakılmasıdır. Odun ve kömür yakmak da aerosolleri serbest bırakır. Aerosoller ayrıca, insanlar kayalardan metal çıkardıkça, ürünler üretirken, toprağı işledikçe ve ev temizleyicileri ve havayı koklayan diğer ürünleri kullandıkça etrafa saçılır. Bu tür antropojenik aerosoller artık atmosferdeki her 10 aerosolden birini oluşturuyor. Nicolas Bellouin, İngiltere'deki Reading Üniversitesi'nde iklim bilimcidir. Aerosollerin Dünya'nın iklimini nasıl etkilediğini araştırıyor. Bu karmaşık çünkü pek çok şey onları üretebilir. Aerosoller ayrıca farklı boyutlardan gelir ve farklı malzemelerden yapılır. “Bu farklılıklar, iklimi aynı şekilde etkilemedikleri anlamına geliyor” diye açıklıyor. Deniz tuzu gibi açık renkli aerosoller ışığı yansıtabilir. Bu, güneşin ısısını uzaya geri göndererek Dünya'nın yüzeyini soğutur. Bununla birlikte, bir orman yangını tarafından yayılan simsiyah kurum, güneşin sıcaklığını emer. Aerosoller bunu yüksek irtifalarda yaptığında, güneş ışığının daha azı gezegenin yüzeyine ulaşır. Karanlık aerosoller buz ve kar üzerine düştüğünde onları karartırlar. Bu, albedolarını düşürür ve bu da erimeye neden olabilir. Genel olarak Bellouin, "çoğu aerosol soğutmaya neden olur" diye belirtiyor. Kimya, ayrıca aerosollerin Dünya'nın sıcaklığını nasıl etkilediğini de açıklar. Bazı aerosoller, sera etkisi olarak bilinen şeyle ısıyı gezegenin yüzeyine yakın bir yerde tutar . Ancak birlikte alındığında, aerosollerin soğutma etkileri baskın olma eğilimindedir. Bir aerosolün yere düşmesi veya gökyüzünde uzun süre kalması, kısmen boyutuna bağlıdır. Bazı aerosoller o kadar küçüktür ki görünmezler. Gerçekten de, bazı zehirli kirleticiler o kadar küçüktür ki, sağlıksız seviyelerde bulunsalar bile gökyüzü berrak mavi görünebilir. Diğerleri sahildeki kum taneleri kadar büyüktür. En küçük parçacıklar atmosferde saatlerce veya haftalarca asılı kalabilir. Daha büyük, daha ağır olanlar saniyeler ila dakikalar içinde yere düşebilir. Aerosollerin de farklı şekilleri vardır. Örneğin volkanik kül parçacıkları pürüzlüdür. Sıvı damlacıkları yuvarlak olma eğilimindedir. Bu tür şekil farklılıkları, aerosollerin havada nasıl davrandığını da etkiler. Aerosoller küresel su döngüsünde bile önemli bir rol oynamaktadır . Atmosferdeki su buharını çekerler. Bu, su moleküllerinin bu küçük toz, kurum, tuz veya külün etrafında yoğunlaşarak su damlacıkları oluşturmasına neden olur. Bu damlacıkların kütleleri bulutlara dönüşür. Bir bulutta çok sayıda aerosol varsa, o bulut normalden çok daha fazla bireysel su damlasına sahip olma eğiliminde olacaktır. Dahası, her damlacık da normal bir buluttakinden daha küçük olma eğiliminde olacaktır. Bu, bulutları daha parlak hale getirerek güneşin ısısını daha fazla yansıtmalarına neden olabilir. Yani, tıpkı aerosollerin kendilerinin yaptığı gibi, bu bulutlar da Dünya'nın sıcaklığını azaltabilir. Bulutların sayısı ve atmosferdeki konumları daha sonra yağmur ve kar yağışı modellerini etkileyebilir. Havayı kirleten birçok aerosol insan sağlığı için de risk oluşturmaktadır. Reading'den Bellouin, "Her yıl, milyonlarca insanın yaşamları kötü hava kalitesi nedeniyle birkaç ay kısalıyor, bu genellikle aerosollerden kaynaklanır. Zararlı aerosoller, yangınlardan kaynaklanan toz, kurum ve endüstriyel tesisler tarafından yayılan kimyasalları içerir. Bununla birlikte, aerosoller doğal döngülerde de olumlu bir rol oynayabilir. Örneğin, Sahra'dan taşınan toz , Amazon yağmur ormanlarındaki ve okyanustaki bitkilere besin sağlar." diyor. Kaynak: https://www.sciencenewsforstudents.org/article/explainer-what-are-aerosols
- Sentetik Biyoloji Sayesinde Canlı Organizmaları Programlamak Artık Mümkün
Sentetik biyoloji, yararlı amaçlar için organizmaları yeni yeteneklere sahip olacak şekilde tasarlayan ve bunu yaparken mühendislik ilkelerini uygulayan disiplinlerarası bir bilim alanıdır. Bu çalışmada mühendisler, sentetik biyoloji araştırmacıları ve yazılım geliştiricileri birlikte hareket eder. Parçaların birlikte nasıl çalıştığını anlamanın yollarını bulmayı ve daha sonra bunları yararlı uygulamalar üretmek için nasıl kullanmaları gerektiğine birlikte karar verirler. Sentetik biyolojide araştırmacılar, kataloğa alınmış DNA dizilimlerini hızlı bir şekilde üretip yeni genomlar halinde birleştirmeyi amaçlar. DNA’yı sentezleme ve dizileme, ayrıca genomun çeşitli bölümlerinin nasıl etkileşime girdiğini inceleme gibi birçok adımdan oluşan bir çalışmadır. Sentetik biyoloji genetik araştırmalarında sıklıkla kullanılmaktadır. Sentetik biyoloji ile araştırmacılar bir DNA modeli oluşturabilir ve sonucu gözlemlemek için onu canlı hücrelerin içine yerleştirebilirler. Bu, araştırmacıların teorilerini test etmelerine ve genetik sonuçları tahmin etmelerine yardımcı olur. Biyolojik sistemler aslında kimyasallardan oluşan fiziksel sistemler olduğundan, sentetik biyoloji, sentetik kimya alanına yol açmıştır. Sentetik biyoloji ve sentetik kimya el ele gider, çünkü doğal kimyasallar tasarlamak ve yeni kimyasallar oluşturmak için kullanılır. Sentetik biyolojinin nihai amacı, bilgiyi işlemek, kimyasalları değiştirmek, malzeme oluşturmak, yiyecek sağlamak, enerji üretmek, insan sağlığını korumak ve iyileştirmek, çevreyi korumak ve iyileştirmek için biyolojik sistemleri tasarlamak ve inşa etmektir. "Genesis Machine (Yaratılış Makinesi)” isimli kitap, hayatı bir bilgisayar gibi programlamamızı sağlayacak güçlü bir araç olan sentetik biyolojinin vaadini ve tehlikesini özetlemiştir. Sentetik biyoloji, sadece DNA kodunu okumamıza ve düzenlememize değil, aynı zamanda yazmamıza da izin verecek, yani canlı biyolojik yapıları küçük bilgisayarlarmış gibi programlayabileceğiz. Bu yöntemle herhangi bir hücre, mikrop, bitki veya hayvana yeni yetenekler kazandırabilir ve geleceğimizin kodu bugünden yazılabilir. Genesis makinesi, hepsi yaşamı düzenlemek ve yeniden tasarlamak için oluşturulmuş birçok farklı biyoteknolojiyi içerir. Genel olarak sentetik biyolojinin şemsiyesine giren bir dizi yeni biyolojik teknoloji ve teknik, sadece DNA kodunu okumamıza ve düzenlememize değil, aynı zamanda yazmamıza da izin verecektir. Bu da demek oluyor ki yakında canlı, biyolojik yapıları küçük bilgisayarlarmış gibi programlayacağız. Bu teknolojilerden birini kullanarak 2010'ların başından beri DNA kodunu düzenlemek mümkün olmuştur. Bilim insanları, CRISPR-Cas9 tekniğiyle deyim yerindeyse “moleküler makas” işlemi uygulayarak genetik bilgiyi kesmek ve yapıştırmak için biyolojik süreçleri kullanır. CRISPR ile kör insanların genlerini yeniden görmelerine yardımcı olmak için düzenlemek gibi çığır açan tıbbi müdahaleler yapılmıştır. Bilim insanları CRISPR çalışmasıyla, DNA molekülünü yeni yerlere yeniden düzenlenmiş harflerle bir tür biyolojik kolajda bir araya getiriyorlar. Sorun şu ki, araştırmacılar üzerinde çalıştıkları molekülde yapılan değişiklikleri doğrudan göremiyorlar. Her hareket, daha sonra deneysel olarak doğrulanması gereken laboratuvar manipülasyonları gerektiriyor, bu da hepsini çok dolaylı, yoğun emek ve zaman alıcı hale getiriyor. Sentetik biyoloji manipülasyon sürecini dijitalleştirir. DNA dizileri yazılım araçlarına yüklenir, DNA araştırmacı tarafından yazıldıktan veya düzenlendikten sonra, yeni bir DNA molekülü, 3D yazıcıya benzer bir şey kullanılarak sıfırdan basılır. DNA sentezi teknolojisi (dijital genetik kodu moleküler DNA'ya dönüştürme hızla gelişmektedir. Günümüz teknolojileri rutin olarak, bir hücre veya hatta bir hücrenin tam genomu için yeni metabolik yollar oluşturmak üzere toplanabilen birkaç bin baz çifti uzunluğunda DNA zincirleri yazdırmaktadır. Artık bilgisayarları programladığımız gibi biyolojik sistemleri de programlayabiliriz. Bu bilimsel yenilikler, biyomalzemeler, yakıtlar, özel kimyasallar, ilaçlar, aşılar ve hatta mikro ölçekli robotik makineler olarak işlev gören mühendislik içeren yüksek değerli uygulamalar yapmak isteyen sentetik biyoloji endüstrisinin son hızla büyümesini sağladı. Yapay zekadaki ilerleme, alana önemli bir destek sağlamıştır, AI ne kadar iyi olursa, biyolojik uygulamalar o kadar fazla test edilebilir ve gerçekleştirilebilir. Yazılım tasarım araçları daha güçlü hale geldikçe ve DNA baskı ve montaj teknolojileri ilerledikçe, geliştiriciler gittikçe daha karmaşık biyolojik yapılar üzerinde çalışabilecekler. Önemli bir örnek: yakında herhangi bir virüs genomunu sıfırdan yazabileceğiz. Bu sayede hastalıklarla savaşmak için virüsler yeniden programlanabilecek. Kulağa ne kadar tuhaf gelse de virüsler daha iyi bir gelecek umudumuz olabilir. Yaşam programlanabilir hale geliyor ve sentetik biyoloji insan varlığını geliştirmek için bu yolda atılmış büyük bir adım olarak görülüyor. Artık gezegenimizdeki tüm yaşamla aynı mimariyi temel alan yeni kodlar yazma şansımız var. Sentetik biyolojinin vaadi, insanlığın sahip olduğu en güçlü, sürdürülebilir üretim platformu tarafından inşa edilmiş bir gelecek. Kaynak: https://bigthink.com/
- Bilim İnsanları Ses Dalgalarını Kullanarak Kök Hücreleri Dönüştürmeyi Başardı!..
İnsan vücudunda, kişinin sağlıklı bir şekilde yaşamına devam edebilmesi için pek çok farklı göreve sahip hücre tipleri bulunur. Kök hücreler ise vücutta tüm doku ve organların yapısını oluşturan hücrelerdir. Organizma içinde yer alan tüm hücrelere dönüşebilen ve ana hücre olarak tanımlanan kök hücreler, vücutta ihtiyaç duyulan her bölgede yer alır. Böylece hastalanan veya hasarlanan tüm doku ve organların yenilenmesinde rol oynar. İhtiyaç duyulan hücre tipine dönüşerek; hastalık, yaralanma ve diğer sebepler nedeniyle oluşan organ ve doku hasarı ya da kaybını onarır. Bölünebilen yapıları sayesinde, aynı türden kök hücrelerin oluşumunda da rol oynarken aynı zamanda kas ya da kan hücrelerine dönüşebilirler. Tarihte ilk olarak 1960’lı yıllarda kemik iliğinden ameliyatla alınan kök hücreler lösemi tedavisinde kullanılmıştır. İlerleyen yıllarda vücutta dolaşan kandaki kök hücrelerin kullanılabileceği anlaşılmıştır. 80'li yılların başında, yeni doğan bebeklerin kordon kanında da kök hücrelerin bol miktarda bulunduğu ve bu hücrelerin tedavide kullanılabileceği fikri ortaya atılmıştır. 1998 yılında ABD’li bilim insanı James Thomson ve ekibi, ilk defa “insan embriyonik kök hücrelerini” laboratuvarda embriyodan ayrıştırdılar ve çoğalttılar. Bilinen kök hücre kaynakları, embriyo, amniyon sıvısı, fetüs, kordon kanı, göbek kordonu, kemik iliği ve tüm bunların yanında vücuttaki yağ, kıkırdak doku, deri diğer gibi tüm dokuları sayabiliriz. Kök hücre tedavisinde en çok kullanılan kaynakların içinde kordon kanı, kemik iliği, yağ doku, kıkırdak doku ve deri dokusu bulunmaktadır. Bu kaynaklardan elde edilen kök hücreler, laboratuar ortamında çoğaltılarak kullanılabildikleri gibi, bire bir ayrıştırma yapılarak da elde edilebilir. Kök hücreler, bazı hayvanların uzuvlarını yeniden büyütmek için kullandıkları bir yöntem olarakta biliniyor. Yeni bir çalışmaya göre, kök hücreleri manipüle ederek bu onarımları yapmanın yenilikçi bir yolu bulundu. Bilim insanları, kök hücreyi yüksek frekanslı ses dalgaları kullanarak, günde 10 dakikalık uyarıcı tedaviyle beş gün gibi kısa bir sürede kemik hücrelerine dönüştürmeyi başardılar. Araştırmacılar, bugün kullanılan süreçlere göre birçok avantajı olan bu tekniğin kansere veya diğer dejeneratif hastalık türlerine kaybedilen kemiği yeniden büyütmek için kullanılabileceğini umuyorlar. Avustralya'daki Royal Melbourne Institute of Technology'de (RMIT) Rektör Yardımcısı Araştırma Görevlisi Amy Gelmi," Ses dalgaları genellikle kök hücrelerin kemik hücrelerine dönüşmeye başlaması için gereken tedavi süresini kısaltıyor" diyor. "Bu yöntem aynı zamanda herhangi bir özel 'kemik indükleyici' ilaç gerektirmez ve kök hücrelere uygulanması çok kolaydır." Yaklaşım, araştırmacıların daha önce bu tür deneylerde kullandıklarından çok daha yüksek frekanslar olan 10 MHz frekanslarının üzerindeki ses dalgalarına sahip materyalleri değiştirmek için yıllarca süren çalışmalara dayanmaktadır. Burada, silikon yağına konan ve bir kültür plakasına yerleştirilen kök hücreleri dönüştürmek için bir mikroçip kullanıldı. Bu alandaki diğer deneysel süreçler bazı başarılar elde etti, ancak bunlar karmaşık, yönetilmesi pahalı ve ölçeklendirilmesi zor çalışmalardı. Ayrıca, hastanın kemik iliğinden çıkarılan kök hücrelere ihtiyaç duyuluyor, bu da ağrılı bir işlemdir. Araştırma kullanılan yöntemin, vücuttan çekilmesi acı verici olmayan yağ kaynaklı kök hücreler de dahil olmak üzere birçok kök hücre tipiyle çalıştığını göstermiştir. Rmıt'den kimya mühendisi Leslie Yeo," Ses dalgalarını, değişim sürecini tetiklemek için kök hücrelere doğru yerlerde doğru miktarda basınç uygulamak için kullanabiliriz " diyor. "Cihazımız ucuz ve kullanımı kolaydır, bu nedenle çok sayıda hücreyi aynı anda tedavi etmek için kolayca ölçeklendirilebilir etkili doku mühendisliği için hayati öneme sahiptir." Araştırmacılar, çeşitli sağlık sorunlarıyla mücadele etmek için kök hücreleri farklı hücre tiplerine dönüştürmek söz konusu olduğunda şimdi birden fazla atılım yapıyorlar. Bu biyolojik yapı taşları hakkındaki anlayışımız arttıkça, vücudumuzun nasıl çalıştığına dair daha iyi bir fikir edineceğiz. Bilim insanları, kök hücreleri bu şekilde işlemek için biyoreaktörlerin geliştirilebileceği görüşündeler. Kök hücre nakli günümüzde lösemi, lenfoma, multipl miyeloma, çeşitli organ kanserleri, kemik iliğinin yetersiz çalıştığı durumlar, kalıtsal anemiler, immün yetersizlikler ve kalıtsal metabolik hastalıkların tedavisinde uygulanmaktadır. Kardiyoloji ve nöroloji alanında da deneysel kök hücre çalışmaları yapılmaktadır. Kaynak: https://www.sciencealert.com/
- Üç Zirve ve Samanyolu
Bu fotoğrafçı, ödevini dönen bir yıldız haritasıyla yaptı...
- Kedimi elmasa çevirebilir miyim?
Evet. Sevgili vefat etmiş evcil hayvanınızı veya insan akrabanızı, hatıra olarak parmağınıza taktığınız bir pırlantaya dönüştürmek bilimsel olarak mümkündür. Aslında, şu anda bunu sizin için yapmak isteyen şirketler var. Sevilen birinin kalıntılarından yapılan pırlantalara "anıt pırlantaları" denir. Bir elmas, sıkı bir şekilde paketlenmiş kristal bir modelde düzenlenmiş bir karbon atomu koleksiyonudur. Grafit veya kömür gibi bir karbon yığınını yeterli basınçta ve yeterince yüksek sıcaklıkta bastırırsanız, karbon atomları bu sıkı bir şekilde paketlenmiş düzenlemeye zorlanır. Sonuç olarak, gerçek bir elmas yaparsınız. Bu işlem elmas üretim tesislerinde rutin olarak gerçekleştirilir. Çoğunlukla karbon atomlarından oluşan bir yığınınız olduğu sürece, onu bir elmas presine koyabilir ve bundan bir elmas yapabilirsiniz. Elmas presleme işlemi yabancı maddeleri dışarı atma eğiliminde olduğundan, atom yığınınız bazı safsızlıklar bile içerebilir. Elmaslar ayrıca kimyasal buhar biriktirme kullanılarak da üretilebilir. Bu işlemde, karbon atomları gaz haline buharlaştırılır. Süreç boyunca yardımcı olmak için karışıma eklenen bazı kimyasallarla birlikte karbon atomları, aşağı kaymasına ve üst üste yerleşmesine izin verilir. Yavaş, temiz ve kontrollü bir şekilde yapılırsa, karbon atomları elmas dizilimine yerleşme eğilimindedir. Elmas malzeme oluşturulduktan sonra, beklediğimiz ayırt edici görünümü vermek için yine de uzman bir kuyumcu tarafından kesilip parlatılması gerekir. Tıpkı bir kömür yığını gibi biyolojik doku da elmasa dönüştürülebilir. Biyolojik canlılar öncelikle su ve karbon bazlı moleküllerden oluşur. Bu nedenle biyolojik dokuda en bol bulunan üç element hidrojen, oksijen ve karbondur. Ölen evcil hayvanınızı veya akrabanızı alıp tüm hidrojen ve oksijen atomlarını çıkarırsanız, kalan dokudaki atomların çoğu karbon atomları olacaktır. Biraz daha filtreleme ile kalıntılar neredeyse saf karbona indirgenebilir. Bu kalan doku bu nedenle bir elmas prese yerleştirilebilir ve bir elmas haline getirilebilir. Birkaç şirket, sevilen evcil hayvanların veya akrabaların kalıntılarını birkaç yıldır elmasa dönüştürme işiyle uğraşıyor. Bu hizmet, elmasın ne kadar büyük olmasını istediğinize bağlı olarak size yeni bir arabanın fiyatı kadar pahalıya mal olabilir. Kaynak: https://www.wtamu.edu/
- Bilim Adamları Maddenin Egzotik Manyetik Halini Keşfettiler
Bilim adamları, yaklaşık 60 yıl önce tahmin edilen, uzun süredir aranan bir manyetik durumu tespit ediyor. ABD Enerji Bakanlığı'nın Brookhaven Ulusal Laboratuvarı'ndaki bilim adamları, "antiferromanyetik eksitonik yalıtkan" olarak adlandırılan, maddenin uzun süredir tahmin edilen manyetik durumunu keşfettiler. Nature Communications'da yeni yayınlanan araştırmayı anlatan bir makalenin kıdemli yazarı Brookhaven Lab fizikçisi Mark Dean, "Genel olarak konuşursak, bu yeni bir mıknatıs türü. Manyetik malzemeler, etrafımızdaki teknolojinin çoğunun kalbinde yer aldığından, yeni mıknatıs türleri hem temelde büyüleyici hem de gelecekteki uygulamalar için umut verici." dedi. Yeni manyetik durum, elektronların manyetik momentlerini veya "dönüşlerini" düzenli bir yukarı-aşağı "antiferromanyetik" modele ayarlamak istemesini sağlayan katmanlı bir malzemedeki elektronlar arasındaki güçlü manyetik çekimi içerir. Bu tür bir antiferromanyetizmanın, bir yalıtkan malzemedeki ilginç elektron eşleşmesi tarafından yönlendirilebileceği fikri, ilk olarak 1960'larda fizikçiler metallerin, yarı iletkenlerin ve yalıtkanların farklı özelliklerini keşfettiklerinde tahmin edildi. Takımın maddenin bu tarihi aşamasını nasıl tanımladığına dair bir sanatçının izlenimi. Araştırmacılar, dönüşlerin (mavi oklar) rahatsız edildiklerinde nasıl hareket ettiklerini ölçmek için x-ışınları kullandılar ve yukarıda gösterilen modelde uzunluk olarak salındıklarını gösterebildiler. Bu özel davranış, her bir bölgedeki (sarı diskler olarak gösterilen) elektrik yükünün miktarının da değişebilmesi ve yeni davranışı saptamak için kullanılan parmak izi olması nedeniyle oluşur. Çalışmayı yöneten ve şu anda İsviçre'deki Paul Scherrer Enstitüsü'nde bulunan eski bir Brookhaven Lab fizikçisi olan Daniel Mazzone, "Altmış yıl önce, fizikçiler kuantum mekaniği kurallarının malzemelerin elektronik özelliklerine nasıl uygulanacağını yeni yeni düşünmeye başlıyorlardı" dedi. Kaynak: https://scitechdaily.com/
- Afrika'nın En Eski İnsan DNA'sı
Afrika'nın en eski insan DNA'sı, eski bir nüfus değişimini ortaya çıkarmaya yardımcı oluyor Antik ve modern DNA analizine göre, eski Afrikalılar, yaklaşık 20.000 yıl önce başlayan bölgesel bağlantılar için uzun mesafeli seyahatler yaparak eş arayışındaydı. Aynı analiz, üreme ortakları bulmak için Afrika'nın büyük bölümünde yapılan yürüyüşlerden sonra bu kaymanın en az 50.000 yıl önce başlayan bir norm olduğunu gösteriyor. Afrika'dan bugüne kadar izole edilmiş en eski insan DNA'sının birkaç örneğinin yardımıyla bu yeni bulgular, o zaman zarfında çiftleşme modellerinde önceden şüphelenilen bir değişiklik için ilk genetik desteği sunuyor. Harvard Tıp Fakültesi'nden evrimsel genetikçi Mark Lipson ve eski insan gruplarının bu yeni tanımlanmış, uzun mesafeli hareketleri, yaklaşık 50.000 yıl önce Afrika'nın büyük bölümünde giderek artan şekilde ortaya çıkan yaygın taş ve kemik alet yapımı türlerinin arkeolojik keşiflerini ve diğer kültürel davranışları açıklamaya yardımcı oluyor. Araştırmacılar, bu zamanlardan başlayarak, Sahra altı Afrika'nın orta, doğu ve güney bölgelerinde bulunan eski bireylerde kalıtsal gen varyantlarının giderek benzer hale geldiğini bildirdi. Bu, bu bölgenin, avcı-toplayıcıların yol boyunca birbirleriyle çiftleşerek üç bölge arasında göç ettiği genetik bir eritme potası olduğunu gösteriyor. Ekip, eski insan DNA'sının Afrika'nın aynı üç bölgesindeki günümüz avcı-toplayıcıları ve çobanlarınınkiyle karşılaştırılması, insanların yaklaşık 20.000 yıl önce çiftleşme partnerleri bulmak için genellikle kendi bölgelerinin dışına seyahat etmeyi bıraktığını gösteriyor. Yale Üniversitesi biyoarkeoloğu ve çalışmanın ortak yazarı Jessica Thompson, insanların en azından kısmen, son buzul çağının o sıralarda zirveye çıkması ve hayatta kalmak için gereken yenilebilir bitki, hayvan ve diğer kaynakları barındıran alanların sayısını azaltması nedeniyle evlerine daha yakın kalmış olabileceğini söylüyor. Thompson, "Afrika tropikleri son buzul çağından çıktıkça, manzara çeşitli yerel kültürel geleneklere sahip birçok küçük insan grubuyla doldu" diyor. Kültürel olarak farklı grupların, uzak bölgelerden gelen göçmenlerden daha fazla ortak noktası olan komşu gruplardan eş arama eğiliminde olduğundan şüpheleniyor. Yeni araştırmaya büyük bir destek, Afrika'dan bilinen en eski insan DNA'sının birkaç örneğinin dahil edilmesinden geldi. Soğuk koşulların genetik materyali Afrika tropiklerinden daha iyi koruduğu Avrupa ve Asya'da, Homo sapiens ve yaklaşık 430.000 yıl önceki Neandertaller de dahil olmak üzere yakından ilişkili popülasyonlardan daha eski DNA örnekleri bulunmuştur. Yeni çalışmada ele alınan Taş Devri boyunca Afrika'da yalnızca H. sapiens'in yaşadığı biliniyor. Thompson, yeni çalışmada, herhangi bir fosilden bilinmeyen, ancak eski Doğu Afrikalıların atalarına katkıda bulunan bir "hayalet" insan popülasyonunun ipuçlarının da ortaya çıktığını söylüyor. Bir zamanlar Afrika'nın farklı bölgelerinde daha birçok eski hayalet grubu vardı diye şüpheleniyor. Kaynak: https://www.sciencenews.org/
- Paha Biçilemeyen Asteroit “16 Psyche” Sanıldığı Kadar Değerli Değilmiş!..
Mars ile Jüpiter arasındaki asteroit kuşağında yer alan yaklaşık 200 kilometre çapındaki asteroit 16 Psyche, tamamen metalden meydana geldiği için Güneş Sistemi’miz içinde eşsiz bir yere ve değere sahipti. Asteroit, saf demir, nikel, altın, platinyum ve kobalttan oluştuğu düşünülen bir metal topu niteliğindeydi. Bu özelliklerinden dolayı 10 kentilyon değer biçilmişti. Fakat NASA'nın bir uzay aracıyla ziyaret etmeyi planladığı 16 Psyche adlı asteroite yönelik yeni araştırma, bazı beklentilerin suya düşmesine sebep oldu. Zira yeni bir araştırmaya göre göktaşındaki metal yoğunluğunun düşünüldüğünden daha az olduğu ortaya çıktı. Araştırma, asteoritteki demir yoğunluğunun düşünüldüğü kadar fazla olmadığını ve bu nedenle değerinin de daha az olabileceğini ortaya koydu. ABD’deki Purdue ve Brown üniversitelerinden araştırmacılar, Psyche'nin komşu cisimlere uyguladığı kütle çekim kuvvetine odaklandı ve bilgisayar simülasyonlarına başvurdu. Hakemli bilimsel dergi Geophysical Research Letters’te yayımlanan bulgular, asteroidin aslında dev bir demir topu olmadığını gösterdi. Dünya’dan yapılan gözlemler sonucunda Psyche’nin yansıttığı ışıktan hareketle yüzeyin metalden oluştuğunu söylemek mümkün görünüyordu. Fakat araştırma ekibi, göktaşının içinde demir yoğunluğunu azaltan gizli bir kaya katmanı olduğuna inanıyor. Yeni bulgular doğrultusunda, göktaşının demir bir çekirdeğe ve kayalık bir mantoya sahip olduğu ve çekirdekten gelen lav akışının manto üzerinde demirden bir kaplama oluşturduğu tahmin ediliyor. Yani göktaşında demir püskürten yanardağlar var. Bu arada göktaşında kaya katmanının olabileceğini savunan bazı uzmanlar, daha önce de Psyche’nin düşünüldüğü kadar değerli olmadığını dile getirmişti. Gökbilimciler, Psyche’nin kesin değerinin belirlenebilmesi için gidip yerinde inceleme yapmak gerektiğini vurguluyor. Bu da NASA’nın yeni göreviyle mümkün olabilir. NASA, bu yıl içinde Psyche’ye bir uzay aracı göndermeyi hedefliyor. Yaklaşık 4 yıl sürecek yolculuğun ardından NASA'nın keşif sondası 16 Psyche asteroitine varacak. Sonda, 2023'da Mars'ın yerçekimine girecek daha sonra 2026'da 16 Psyche'ten veri toplayacak noktaya ulaşacak. Bu görev sonucunda elde edilen verilerle göktaşı hakkında daha detaylı bilgilere ulaşılmış olacak. NASA henüz buradaki değerli maddeleri gezegenimize nasıl getireceğini bilmiyor. Uzay madenciliği bu yüzyılın en büyük iş kolu olarak görülüyor. Jüpiter ve Mars'ın arasında yer alan asteroide yer alan maddeleri şu an için gezegenimize getirilmesi oldukça maliyetli. Ancak gelişen teknoloji ile uzay seyahatlerinin maliyetinin düşmesi ve uzay madenciliğinin de yaygınlaşması bekleniyor. Bugüne kadar bir göktaşından Dünya’ya sadece bir kez materyal getirilebildi. Japonya Uzay Ajansı’nın Hayabusa uzay aracı, 2010 yılında 25143 Itokawa asteroidinden Dünya’ya birkaç parça toz ulaştırabilmişti. Kaynaklar: Independent Türkçe, Brown Üniversitesi, Jerusalem Post














